Enflasyon Neden Yükseliyor?

Dünya ekonomileri 1970’lerden sonraki en yüksek enflasyon rakamlarına şahit olmaya başladı. Covid-19 şokunun ardından, Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle fiyatlardaki artış hız kazanmaya başladı ve rekor seviyelere ulaştı. Fiyat istikrarını öncelikli hedef olarak belirleyen merkez bankaları ise, enflasyonla mücadelede para politikasını sıkılaştırmaya ve bu doğrultuda faizlerde artışa geçti. Her ne kadar bir önceki tahminler daha sonrakileri tutmasa da, beklentiler 2023’te enflasyonun hız keseceği ve 2024 itibarıyla da merkez bankalarının hedeflerine doğru yakınsayacağı yönünde.

Enflasyon ve 2020 sonrası

Öncelikle enflasyonun nasıl tanımlandığını açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Birçok merkez bankasının internet sitesine girdiğiniz vakit ilk karşılaşacağınız şey, fiyat istikrarı olacaktır. Ardından ise enflasyonun tanımından bahsedilir, örneğin TCMB’de şöyle: Fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artması. Tanımı biraz daha açarsak enflasyon: 1) Belli bir mal ve hizmet özelinden ziyade mal ve hizmetlerin genelinde görülen, 2) Anlık bir artıştan ziyade süreklilik taşıyan bir muhteviyata sahiptir. Merkez bankalarının enflasyonla mücadelesinde öne çıkan bir diğer kavram ise dezenflasyon: Fiyatlar genel düzeyindeki artış hızının düşmesi. Yani fiyatlardaki artış devam edecek ancak artış hızında gerileme olacak. Enflasyonun tam tersi bir kavram olan deflasyon ise, fiyatlar genel düzeyindeki sürekli düşüştür. Toparlamak gerekirse, ilerleyen dönemde fiyatlardaki bir düşüşten ziyade artış hızının düşmesine şahitlik edeceğiz.

Birçok ülke son yılların en yüksek enflasyon rakamlarıyla karşı karşıya. Peki ne oldu da bu ülkeler, rekor enflasyonu deneyimliyor? Bunun için zamanı biraz yakın geçmişe, 2020 yılına sarmamız gerekecek.

Dünya 2020 ile birlikte yeni bir tehlikeyle karşı karşıya kaldı: Covid-19. Çin’den yayılan bu virüs ilerleyen süreçte dünya ekonomilerini altüst edecek ve karantina ile birlikte yeni bir dünyaya doğru insanlığı sürükleyecekti. Covid-19’un diğer ülkelere de yayılmasıyla birlikte birçok ülke sınırlarını kapatmış ve karantina önlemleri almaya başlamıştı. Karantinanın etkisiyle birçok işletme kapanırken, çalışanlarını da ya işten çıkarma yoluna gitti ya da ücretsiz izne tabi tuttu. İlerleyen süreçte ise merkez bankaları ekonomiyi desteklemek için genişleyici para politikasına geçiş yapıp, faizleri düşürdü. Aynı şekilde devletler de maliye politikasıyla desteklerini artırmaya başladı.

Covid-19’un etkileri yavaş yavaş azalmaya, ülkeler yeni normale alışmaya başladığı sırada ise bu sefer 2022’nin şubat ayında Rusya, Ukrayna’ya saldırdığını açıkladı. Özellikle Avrupa’nın bir numaralı enerji karşılayıcısı olan Rusya’nın bu hareketi, yeni bir riski ortaya çıkardı.

ENFLASYONUN NEDENLERİ

Bugünkü yüksek enflasyonun arkasında ana olarak bu iki gelişme yer alıyor: Covid-19 ve Rusya-Ukrayna savaşı. Her iki gelişme de enflasyonun ardındaki talep ve arz yönlü dinamiklere önemli etkilerde bulundu. Peki nedir bu talep ve arz yönlü enflasyon? Bunlar birbirinden ayrılabilir mi ve daha da önemlisi merkez bankaları faiz artırarak bunlardan hangisini kontrolü altına almaya çalışıyor?

Burada yeniden en başa dönüp verdiğimiz enflasyona tanımını biraz daha açmak istiyorum. Ne demiştik, “enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak artmasıdır.” 1970’ler iktisat teorisi için yeni yaklaşımların ortaya çıktığı ve yaşanılan sorunlara cevap verme arayışının hakim olduğu yıllardı. Elbette bu sorunların başında enflasyon yer alıyordu ve Milton Friedman adlı ünlü bir iktisat profesörü buna şöyle yanıt veriyordu: “Enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir olgudur.” Keynesyen paradigmanın sönümlendiği ve bugün neoliberal olarak anılan politikaların başlangıcında işte Friedman’ın bu görüşleri öncülüğünde enflasyonla mücadelede yeni bir reçete önerildi. Öyle ki o dönemin Fed Başkanı Volcker bu yüksek enflasyonla mücadele için faizleri olağanüstü artırarak acı reçeteyi uygulamaya koydu. İlerleyen süreçte ise bugün birçok merkez bankasının ana politika hedefi olan ‘fiyat istikrarı’ ve buna ulaşmak için uygulamaya alınan ‘enflasyon hedeflemesi’ ana akım görüş haline geldi.

Bu görüşün arka planını ise ‘miktar teorisi’ oluşturuyor. Buna göre MV=PQ gibi bir denklemde V (paranın dolaşım hızı) ve Q (üretim) kısa vadede sabit kabul ediliyor. Böyle bir durumda ise elde kalan iki değişken (M = Para arzı ve P = Fiyatlar genel düzeyi) pozitif yönde hareket ederler. Yani para arzındaki bir artış fiyatlarda da bir artışa yol açacaktır. Eğer ki bu ilişki süreklilik taşırsa buna enflasyon demiş olacağız. Tabi bu görüşün ardında birtakım kabuller ve varsayımlar bulunmakta ve bunlar da haklı eleştirilere yol açmaktadır. Post Keynesyenlerin bu görüşten farklı olarak enflasyonu, gelir dağılımındaki bir çatışma olarak ele alması buna bir örnektir [1].

İşte böyle bir paradigma içerisinde bugün merkez bankalarının faiz artırımlarıyla yapmak istedikleri şey, talep yönlü oluşan enflasyonun etkilerini azaltmak ve fiyat istikrarını yeniden sağlamak. Son günlerde Fed Başkanı Powell’ın da belirttiği üzere ‘acı reçete’ ilerideki güzel günler için bugün çekilmesi gereken bir zorunluluk.

Talep-Arz ve aktarım mekanizması

Econ101’in ilk konusu her zaman talep ve arz olmuştur. Enflasyonu da analiz ederken iki belirleyici olarak yine bunlara bakacağız. Öte yandan talep ve arzdaki gelişmelerin fiyatlar üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu da aktarım mekanizması üzerinden tartışacağım.

Öyleyse yukarıdaki tarihi arka planı aklımızda tutarak talep enflasyonunu şöyle tanımlayabiliriz: Para arzındaki artışa bağlı olarak, mal ve hizmetlere olan talebin, arza kıyasla daha hızlı artması sonucu fiyatların yükselmesi. Bununla ilintili olarak yüksek enflasyonun ileride de süreceği beklentisiyle talebini öne çeken bireyler, fiyatların daha da artmasına neden olacaktır. Buna literatürde ‘öne çekilmiş talep’ deniliyor.

Pekala talebin arzı aşması durumu hangi koşullarda oluşur? Bunu yazının kalan bölümünde de sıkça karşılaşacağımız bir kavram olan faiz ile toplam talep arasındaki ilişkiye dayanarak açıklayalım. Varsayalım ki merkez bankası faizi düşük seviyede tutmak istiyor [2]:

  • Düşük faizin yatırım ve tüketimi etkilemesi beklenir (Burada bazı eleştiriler mevcut: Örneğin düşük faiz oranlarında şirketlerin yatırıma duyarlılığı daha düşük olabilir ve bunun nedeni de geleceğe dair beklentilerin karamsarlığı olabilir. Yani düşük faiz otomatikman yatırımları artıracak diye bir şey yoktur. Başka bir deyişle şirketlerin faize duyarlılığı düşük olabilir. Tüketim tarafı ise tam tersine faize daha fazla duyarlı olabilir.). Kısa vadeli faizlerin daha düşük reel faiz ve uzun dönemli faizlerin etkisiyle yatırım ve tüketimi artırmasıyla bir süre sonra fiyatların yükselmesi beklenir. Buna ‘faiz kanalı’ denir.
  • Düşük reel faizin bir diğer etkisi ise yurtiçi varlıkların yabancı varlıklara kıyasla daha az çekici olmasıdır. Bu da yerel paraya olan talebi düşürür. Yerel paranın değerindeki azalmanın iki etkisi bulunur: I. Yabancı mallar pahalılaşır, II. İhraç edilen yerel malların göreli fiyatları düşer. Bunun sonucu ise ihracat ve çıktıdaki artıştır. Çıktıdaki bu artış enflasyonist olabilir. Yerel paranın değer kaybetmesi, yani kurun yükselmesi üretim sürecindeki girdileri ithal eden şirketlerin maliyetlerinde baskı yaratacağı için de enflasyonisttir. Tüm bu sürece ‘döviz kuru kanalı’ denir.
  • Son olarak düşük faizin bir diğer etkisi de krediler üzerindedir. Düşük faiz oranlarının kredi talebinde bir artış yaratması sonrası artan ekonomik aktiviteyle beraber enflasyonist baskı kuvvetlenebilir. Buna ‘kredi kanalı’ denir.

Şimdi Covid-19 krizini hatırlayalım. Dışsal bir şok sonrası ekonomiler daraldı. Merkez bankaları ise buna genişleyici para politikasıyla karşılık vererek faizleri düşürdü ve olumsuz gelişmelerin önüne geçmeye çalıştı. Aynı şekilde hükümetler de Covid-19 destekleri çerçevesinde bazı faaliyetlerde bulundu. Aradan geçen birkaç senenin ardından ise Covid-19’un etkilerinin azalmasıyla, yukarıda açıkladığım aktarım mekanizmasıyla birlikte, enflasyonist baskılar kuvvetlenmeye başladı. (Her talep artışı enflasyonu artıracak diye bir kaide olmayabilir. Üretimin emek veya teknoloji yoğun olması, malların dayanıklı-dayanıksız olması tepkilerin farklılaşmasına neden olabilir. Örneğin “Emek yoğun üretilen ve stoklanamayan gıda gibi ürünlere talep artışı fiyat artışına sebep olabilirken, sermaye yoğun üretilen dayanıklı mallara talep artışı üretim artışıyla karşılık bulur” [3]). Bunun üzerine bir de Rusya-Ukrayna savaşı patlak verince dünya son yılların en yüksek enflasyon rakamlarıyla karşı karşıya kaldı.

Öte yandan enflasyonun bir diğer ayağının arz yönlü sorunlar olduğunu belirtmiştim. Arz enflasyonu; üretim sürecinde kullanılan girdi fiyatlarındaki (ithal girdi fiyatlarını da buna dahil ediyorum) artışa bağlı olarak oluşan enflasyondur. Ücretlerdeki ve hammadde ile ara malların fiyatlarındaki artış bunlardan bazılarıdır. Bu girdilerdeki fiyat artışlarına bağlı olarak üretim maliyetinin artması sonucu enflasyonun hız kazanması beklenir.

Covid-19’a bağlı olarak arz zincirindeki bozulmalar ithal edilen girdilerde darboğazlara ve fiyatlarda keskin artışlara neden olmuştur. Böylelikle artan maliyetlerle beraber, rekor enflasyon rakamlarına ulaştık. Öte yandan OPEC’in petrol üretim kararları ve Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle gıda ve enerji fiyatlarındaki artış da enflasyonun arz yönlü en önemli nedenlerindendir (Gıda ve emtia fiyatlarındaki yükselişin yalnızca talep veya arzdaki sorunlardan değil spekülasyondan da kaynaklandığına dair çalışmalar bulunmaktadır [4]).

AŞIRI KARLARA BAKMANIN ZAMANI GELDİ

Kısaca özetlersek, merkez bankalarının şu an için uygulamaya koyduğu politikalarla amaç talep üzerinde baskı oluşturarak enflasyonu kontrol altına almak. Bunu yaparken işsizliği de artırmak gerek, çünkü ücretler üzerinde baskı yaratarak buradaki talebi de kısmak gerekiyor. Öte yandan işsizliği artırmak, ekonomiyi resesyona sokmak en çok düşük gelirli kesimin ‘reçeteyi ödeyeceği’ bir durum yaratıyor. Ama reel ücretlerdeki kayıplar öyle bir seviyeye ulaştı ki, istenilen sonuca ulaşmak bir hayli zor gibi gözüküyor. Ki mevcut durum ücret-fiyat spiralinden daha çok kar-fiyat spiralini öne çıkartıyor. Örneğin pandemi öncesinde piyasa güçlerini (market power) artırmış şirketlerin kar marjlarını da önemli oranda yükseltmiş olduğunu biliyoruz [5]. Burası önemli çünkü aşırı karlar yüksek enflasyonun önemli bir nedeni [6].

Bunun yanı sıra talepteki daralma istenilenin ötesine geçerek daha fazla talep daralmasına ve üretimde düşüşe yol açabilir. Krediye ulaşımdaki zorluk birçok firmayı iflasa sürüklerken, hanehalklarının yoksullaşmasına ve daha fazla enflasyona da yol açabilir.

İçerisinde bulunduğunuz küresel enflasyondan çıkış yolu; arz tarafındaki sorunlara yönelik çözümlere ağırlık vermek, reel ücretlerdeki kayıpları önleyerek yoksulluğu azaltmak ve kar-fiyat spiralini kırmaktır. Bunun için yapılması gereken ise, tek çözüm yolu olarak sunulan para politikasının yanı sıra maliye politikasından da yararlanarak politikalar arasında eşgüdümün sağlanmasıdır.

NOTLAR

[1] Marc Lavoie – Post-Keynesian Economics New Foundations (2015). Enflasyon teorisi kısmına bakabilirsiniz.

[2] Rochon & Setterfield – The political economy of interest rate setting, inflation and income distribution (2008)

[3] İlhan Döğüş – Market Power and Inflation

[4] Thewire.in isimli sitedeki “’Betting on Hunger’: Market Speculation Is Contributing to Global Food Insecurity” yazı bunlardan biri.

[5] Konczal & Lusiani – Prices, profits and power (2022)

[6] Financial Times’ta yer alan Paul Donovan’ın “Fed should make clear that rising profit margins are spurring inflation” isimli yazısına bakabilirsiniz.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here