Yönetmen Dosyası #2 – David Fincher

Filmi
çekerken kendi tarzlarından ödün vermeyen ve sinema dünyasının saygısını
kazanmış yönetmeleri yazdığım ‘Yönetmen Dosyası’ serisinin ikincisiyle sizlerle
beraberim. Hazır yeni filmi ‘Mank’ çıkmışken usta yönetmen David Fincher’ı
anlatmak istiyorum. Filmleri milyonlarca izlenmiş, fazlasıyla beğenilmiş ve
erkenden kültleşmiş David Fincher şimdiden adını sinema tarihine altın
harflerle kazımıştır. İzleyiciyi hem filmi izlerken hem de izledikten sonra fazlasıyla
düşündüren bir filmografiye sahiptir. İçerdiği sosyal mesajlarla, sürprizlerle
ve kişilik analizleriyle sık sık kendi hayatımızı da sorguluyoruz. Yazdığım
filmlerin hepsinin aynı yönetmene ait olduğunu görünce büyük ihtimalle
şaşıracaksınız. Filmlerin çoğunu duymuş veya izleme listenize mutlaka
almışsınızdır. Spoiler miktarını minimum seviyede tutacağım filmlerin
anlatımından sonra filmleri izlemek için hiç zaman kaybetmeyin. Şimdiden iyi
seyirler.

The Game (Oyun) (1997) (IMDb:7,8)
(Benim Puanım:8)

Ters köşelerin ve sürprizlerin atası olan film.

Tüm
hayatını planlı ve kendi kontrolünde yaşayan Nicholas Van Orton’ın (Michael
Douglas) hayatı kontrolden çıkmak üzeredir. Sorumsuz ve hayatı uçlarda yaşayan Nicholas’ın
kardeşi Conrad (Sean Penn) Nicholas’ın doğum günü için bir oyun oynamayı
planlamaktadır. Eğlenceli başlayan oyun Conrad’ın kirli geçmişinden dolayı
esrarengiz bir hal alır. Gerilimin bir an bile azalmadığı film harika
kurgusuyla da birleşince filmi tek solukta izleyeceksiniz. Ayrıca filmin
içerisini büyük bir ustalıkla serpiştirilen sürprizler ve ters köşeler filmi
her zaman diri tutmaya yardımcı oluyor.

David Fincher’ın tanınmasında büyük bir etken olan The
Game’i özellikle psikolojik gerilim sevdalılarına tavsiye ediyorum.

Fight Club (Dövüş Kulübü) (1999) (IMDb:8,8)
(Benim Puanım:9)

Muhteşem oyunculuklarla ağır sistem eleştirisi yapan kült
film.

Dövüş
Kulübü’nün birinci kuralı: Asla Dövüş Kulübü hakkında konuşma. Dövüş Kulübü’nün
ikinci kuralı: Asla ve asla Dövüş Kulübü hakkında konuşma. Bu kurallara rağmen
Dövüş Kulübü hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Kahramanımız (Edward
Norton) hayatın monotonluğundan fazlasıyla sıkılmış ve geceleri uyuyamama
(insomnia) hastalığına yakalanmış bir sigorta memurudur. Psikolojik
rahatsızlığından kurtulmak için grup terapilerine katılır. Terapiler esnasında
Marla (Helena Bonham Carter) isminde bir kadınla tanışır ve aralarında garip
bir ilişki başlar. Ama asıl hayatını değiştirecek olan tanışma iş seyahatleri
esnasında uçakta tanıştığı Tyler Durden (Brad Pitt) ile olan tanışması olur.
Çünkü Tyler’ın hayatı her zaman hayal ettiği ama asla ulaşamayacağını bildiği
hayattır.

Neredeyse tüm dünyanın takdirini toplamış olan filmimiz
Oscar komitesi tarafından bilinmeyen sebeplerle göz ardı edilmiştir. Harika bir
toplum ve sistem eleştirisi olan filmi izledikten sonra hayatınızı kesinlikle
gözden geçireceksiniz.

The Social Network (Sosyal Ağ) (2010)
(IMDb:7,7) (Benim Puanım:7,5)

Çoğumuzun ilk sosyal medya hesabı olan Facebook’un oluşum
hikayesi.

2003
yılında, morali fazlasıyla bozuk bir şekilde kampüsteki odasına gelen Mark
Zuckerberg’in (Jesse Eisenberg) aklına şeytani bir fikir gelir. Harvard
Üniversitesi’nin sistemine sızarak kampüsteki bütün kadın öğrencilerin
fotoğraflarının ve isimlerinin olduğu bir karşılaştırma uygulaması yazar:
Facemash. Sitenin popülerliği hızla yayılır. Başta kız öğrenciler olmak üzere
Mark’a büyük bir düşmanlık başlar. Harvard’ın yetkililerinin de işin içine
girmesiyle hukuki süreçler de başlar. Arkadaşların birbirine attığı kazıklar,
kazanılan paraların da miktarıyla süreç çok kötü yerlere doğru ilerler.
Facebook’un kuruluşunun arkasında bu kadar karanlık olayların olması hepimiz
için şaşırtıcı olmuştur.

En iyi uyarlama senaryo, en iyi film müziği ve en iyi film
kurgusu olmak üzere 3 tane Oscar kazanan filmimiz birçok film eleştirmeni
tarafından 21. yy’nin en iyi filmleri arasında gösterilir.

Se7en (Yedi) (1995) (IMDb:8,6) (Benim
Puanım:8,5)

Harika oyunculuklar, akılcı kurgusu ve hafızalara kazınan
finaliyle tam bir başyapıt.

Hristiyanlık
inancına göre ‘Yedi Ölümcül Günah’ı (kibir, açgözlülük, şehvet, kıskançlık,
oburluk, öfke ve tembellik) işleyenleri, kendine has yöntemleriyle öldüren bir
seri katil ortaya çıkmıştır. İşini büyük bir ustalıkla yapmaya devam eden
katili yakalamak için 2 dedektif göreve atanır. Biri daha genç ve acemi (Brad
Pitt) diğeri emekli olmak üzere ve tecrübeli (Morgan Freeman) olan
dedektiflerimiz cinayetleri araştırırken kendi yaşamlarını da sorgulamadan
edemezler. Seri katilin davasına olan bağlılığı gerçekten takdire şayan.

Gösterime girdiği haftadan itibaren büyük bir ilgiyle
karşılanan film, adını şimdiden klasikler arasına yazdırmayı başardı.

The Curious Case of Benjamin Button
(Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi) (2008) (IMDb:7,8) (Benim Puanım:7)

Yine bir Brad Pitt – David Fincher filmiyle beraberiz.

I.
Dünya Savaşı’nın bittiği gün bir bebek (Benjamin Button) doğar. Ama bu bebekte
herkesi şaşırtan olağanüstü bir durum vardır: Hayatını tersten yaşar. Yani
yaşlı biri olarak doğmuştur ve gençleşerek hayatını devam ettirecektir. Benjamin’i
gören babası –karısının doğum sırasında ölümünün de etkisiyle- deliye döner.
Bebeği aceleyle bir huzurevinin önüne bırakıp kaçar. Huzurevinde çalışan Queenie
(Taraji P. Henson) bebeği bulur ve sahiplenir. Zaten zor ve tuhaf olan yaşamı, Daisy
(Cate Blanchett) ile karşılaşınca iyice karmaşık olacaktır. Aralarındaki büyük
aşk, vermek zorunda kalacakları zor kararları beraberinde getirecektir.

Genelde kafa yoran ve düşündüren filmler çeken Fincher’ın
seyri daha rahat bu filmini; çayınızı, kahvenizi alıp izleyin. Kesinlikle
pişman olmayacaksınız.

Mank (2020) (IMDb:7,2) (Benim Puanım:7,0)

Çoğu sinema camiası tarafından tarihin en iyi filmi olarak kabul edilen Citizen Kane’in yazılım sürecini anlatıyor filmimiz. Geçen sene Quentin Tarantino, Once Upon a Time… in Hollywood filmiyle 1970ler Hollywood’unu çok başarılı bir şekilde ekranlara taşıdığı gibi şimdi de David Fincher, Mank ile 1930lar Hollywood’unu tüm çıplaklığı, yalanları, entrikalarıyla gözler önüne seriyor. Sadece Hollywood’u değil dönemin Amerika siyaseti, Hitler’in isminin duyulması, sosyalizm, faşizm muhabbetlerini Herman Mankiewicz isimli senaristin hayatı etrafında anlatıyor. Herman Mankiewicz’i Oscar ödüllü Gary Oldman muhteşem bir şekilde canlandırıyor. Bazı filmlerde oyunculuk çok iyi olduğu için -maalesef- filmin önüne geçebiliyor. Bu filmde de Gary Oldman biraz filmin önüne geçmiş. Senaryosunu yıllar önce David Fincher’ın babasının yazdığı Mank teknik açıdan harika bir film.

Siyasi muhabbetleri, Hollywood’un altın çağını ve dönem filmlerini sevenler için çok keyifli bir film olacaktır.

Bonus Filmler: Gone Girl,
Zodiac, The Girl with the Dragon Tattoo

Not 1: Çok sevdiğim bir
sinema evreni olan Alien serisininin en kötü filmi olan üçüncüsünü (Alien3)
yönetmiştir. İlk uzun metraj deneyimi olduğu için kendisini mazur görebiliriz.
(Bu evren hakkında da bir yazı yazmayı düşünüyorum.)

Not 2: Film sektörüne çok büyük katkıları olan Fincher dizi sektörüne de el atmıştır. Mindhunter, Love, Death & Robots, House of Cards gibi çok kaliteli 3 dizinin yapımcılığını üstlenmiştir.

PAYLAŞ
İstanbul Üniversitesi - Cerrahpaşa, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisiyim. Herhangi bir sanatsal yeteneğim olmasa da sanata çok ilgiliyim. Yoğun okul hayatımda sınav haftalarından sıyrılabildiğim vakitlerde bol bol sinemaya, tiyatroya ve bulabildiğim bütün sanatsal faaliyetlere katılıyorum. Fakültemizin Sinema Kulübünde de aktif olarak görev alıp etkinlikler düzenliyoruz. Amfiweb aracılığıyla da bütün bunlar hakkında yazılar yazıp başka alanlar hakkında da yazılara ulaşabiliyorum.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here